Anayasa Mahkemesi’nin kişisel başvurusunu görüşmesi arefesinde, 17 aydır
tutuklu Şahin Alpay’ın Silivri’den 5. mektubunu yazdı. İşte, P24’ün yayımladığı
mektup.
Üç dört yıl önce Zaman’da çıkan 7 yazım sadece başlıklarıyla delil
gösterilerek, darbecilik ve terör örgütü üyeliği iddiasıyla tutukluyum.
Hakkımda üç kez ağırlaştırılmış müebbet artı 15 yıl hapis cezası isteniyor.
8 Aralık 2017’de yapılan ikinci duruşmada da tahliye çıkmadı. Dava 5
Nisan 2018’e ertelendi. 19 Eylül 2017’deki ilk duruşmada kronik hastalıklarım
nedeniyle hapiste kalıp kalamayacağıma karar verilmesi için, mahkeme heyeti
Adlî Tıp Kurumu’na sevkimi istedi. Üç buçuk ay oldu, henüz gerekli rapor
tamamlanamadı; kardiyoloğun öngördüğü anjiyo da yapılmayı bekliyor.
Tutsaklığım 17 ayı buldu. Hapishanede hayatımın ironileri, çelişkileri
üzerine düşünmek için bol vakit buluyorum. Hayatımın temel ironisi nerede?
Gençliğimden itibaren iki aşkım oldu. Birinci aşkımın konusu olan Fatma’yla
evlenmeyi başardım; onunla kurduğum aile, hayatımın en büyük başarısı oldu.
Sonra sıra ikinci “aşkıma” geldi; yani hayatıma bir anlam vermeye.
Lisede “ünlü bir romancı” olmalıyım diye düşünüyordum. Bu karakter ve
yeteneklerime en uygun proje olarak görünüyordu. Ama bunun çeşitli engelleri
vardı; her şeyden önce hayatımı kazanmak zorundaydım. Robert Lisesi’nden mezun
olduktan sonra diplomat olur, bir yandan da yazarım diyerek Columbia’nın tam
bursunu kullanıp New York’a gitmek yerine, Ankara’ya Mülkiye’ye gittim. Ne
büyük bir kontrasttı bu!
Orada akıntıya kapıldım; solcu, “Marxist, Leninist, hattâ Maocu” oldum.
Çok geçmeden bundan büyük bir hayal kırıklığına uğradım. 12 Mart darbesinden
sonra İsveç’e sığındım. Stockholm Üniversitesi’nde siyaset bilimi doktorası
yaptım. Büyük bir fikrî dönüşüm yaşadım: siyasi özgürlük olmadan hiçbir şey
başarılamayacağına, liberal sosyal demokrasinin en iyi çözüm olduğuna karar
kıldım. Artık hayatımın anlamı, bu ideallere hizmet olacaktı.
Yurda dönüp akademik kariyere devam ederim, dedim; ne yazık ki bu proje
12 Eylül 1980 darbesiyle engellendi. Zorunlu olarak basına yöneldim.
Mülkiye’den dostum Hasan Cemal bana Cumhuriyet’te yer verdi. Sonra İsveç’ten
dostum Zülfü Livaneli’nin delaletiyle Sabah’ta; daha sonra Cumhuriyet’ten
dostum rahmetli Ufuk Güldemir’in davetiyle Milliyet’te editörlük ve yazarlık
yaptım. Artık bütün fikrî çabam Türkiye’de AB standartlarında özgürlükçü ve
çoğulcu demokrasinin yerleşmesi için kalem oynatmak, dil dökmek olmuştu.
Gençliğimde yaptığım yanlışları tamir de vicdanî bir borçtu.
2011 finans krizinde Milliyet’teki işime son verilince, dostum Eser
Karakaş’ın önerisiyle Bahçeşehir Üniversitesi’nde öğretim görevlisi üyesi
olarak çalışmaya başladım. Derken dostum Etyen Mahçupyan’ın da teşvikiyle
2002’den itibaren Zaman’da dışarıdan köşe yazıları yazmaya başladım.
Yurda dönüşümden başlayarak şunu görüyordum: Dindar Müslümanlar ve
Kürtler tarafından benimsenmedikçe demokrasi yerleşemeyecekti. Otoriter laiklik
ve kimlik politikaları kitleleri rejime yabancılaştırıyordu. Demokrasinin
yerleşmesi için, din ve devletin ayrılması, Kürtlere kimlik haklarının
tanınması şarttı. Askerî darbeler, askerî vesayet rejimin demokratikleşmesinin
önündeki temel engeldi. İnanç ve vicdan özgürlüğü dahil temel hak ve
özgürlüklerinin savunulması hayatımın anlamı haline geldi. Bütün yorumculuk
kariyerime bu bakış açısı yön verdi.
2002-2011 arasındaki performansına bakarak Adalet ve Kalkınma Partisi
iktidarının AB standartlarını yerleştireceğine; Gülen hareketinin de İslam’la
modernliği bağdaştıran din yorumuyla buna destek olduğuna inandım. Fena hâlde
yanıldım. AK Parti iktidarı, 2011’den sonra tek-adam rejimine yöneldi; Gülen
hareketinin kimi mensuplarının 15 Temmuz darbe girişiminde rol aldığı ortaya
çıktı. İlkçağ Yunan filozoflarından Tales’in dediği gibi, “gökteki yıldızlara
(ideallere) odaklanıp’’ burnumun ucundaki tuzakları görememiştim.
Hayatıma anlam veren, özgürlükçü ve çoğulcu demokrasiye hizmetin hiç
beklenmedik sonucu “darbeci ve terörist” suçlamasıyla hapse atılmak olmuştu.
Hayatımda birçok ironi bulunabilir, ama bu hayatımın ironisiydi.
Bu ironiyi birçok gazete yorumcusu meslektaşım dile getirdi. Onların
hepsine şükran borçluyum. Bunu en veciz bir şekilde ifade eden ise Etyen
Mahçupyan oldu: “Şahin Alpay… bir darbeye destek verecek belki de en son
kişidir,” diye yazdı. (Karar, 30.10.2017)
Yargılandığım davanın iddianamesi hakkında en net ve açık yorumu da ceza
hukukçusu Prof. Dr. Köksal Bayraktar yaptı: “Bugüne kadar okuduğum en vahim
iddianamelerde bile böyle bir niteleme görmedim. Savcı delil olmadığını açıkça
söylüyor. Ceza hukukunda suç olmayan bir şey delil olamaz. Bu kadar açıktır. Bu
tamamen belirsizliğin hâkim olduğu son derece müphem bir suçlamadır. Bir amaca
hizmet etmekten söz edilirken, bu amaca nasıl hizmet ettiği
gerekçelendirilmeyerek bu belirsizlik adeta delil yokluğu seviyesine
indiriliyor. Dolayısıyla delil yokluğu ikinci kez suçun olmadığını ortaya
koyuyor.” (Aktaran Sedat Ergin, “ Şahin Alpay’dan darbeci çıkar mı?” Hürriyet,
20.09.2017)
Yakında 74 yaşıma basacağım. Bir dizi kronik hastalığım var. Hayatta
kalan tek beklentim son yıllarımı eşim, çocuklarım ve torunlarımla
geçirebilmek. Oysa ne zaman hürriyetime kavuşabileceğime dair en küçük bir
fikrim yok. Bu da başka bir ironi.
17 Aralık 2017
Silivri Kapalı Ceza İnfaz Kurumu
9. Bölüm, A4 Blok – Oda 1